Çevre Kirliliği

Sürdürülebilir İnsancıl Turizm

Doğa ile turizm arasındaki ilişki, bana hep “düşman kardeşler” deyimini anımsatır. Üstelik isteseler bile birbirlerinden asla ayrılamayacak olan iki “gerilimli kardeş”…

 

Ne var ki bu düşmanlık aslında hep tek taraflı. Doğa, turizme hiçbir kötülük yapmıyor. Hatta tam tersine onu hep besliyor ve varlığını sağlıyor. Buna karşın ne yapıyorsa turizm yapıyor; bu vefalı kardeşini çoğu zaman hiç korumuyor, hatta yok edercesine ezmeye çalışıyor.

 

Peki, turizmin bu tek taraflı duyarsızlığı acaba nereden kaynaklanıyor? Doğa ile tam bir dostluk ve gerçek bir sevgiye dayanan kardeşlik kurması mümkün değil mi?

 

Elbette mümkün ve üstelik bunun -henüz az sayıda bile olsa- kimi güzel örnekleri de var. Ancak bu örneklerin “çoğunluğu” oluşturabilmesi için de yukarıdaki ilk soruyu yanıtlamak ve hatta sorgulamak gerekiyor. Turizmin doğaya karşı aymazlığında ne gibi faktörler ve beklentiler etkili olabiliyor?

 

Kimileri bu soruya bir çırpıda “rant ve kazanç hırsı” şeklinde yanıt verebilirler. Aslında çok da yanlış konuşmuş olmazlar. Çünkü gerçekten de doğayı tahrip eden turizm yatırımlarına baktığımızda, bunların büyük çoğunluğunun “yüksek gelir elde etmek için” abartılmış ölçülerde ve çevreye adeta saldırırcasına tasarlanmış, tümüyle ranta endeksli projeler olduğunu görürüz. O kadar ki yine bunların birçoğu için önemli olan, doğa zenginliği değil, yatak zenginliğidir. Söz gelimi 100 ağaç keserek elde ettikleri fazla odalardan sağlayacakları ek gelir, onlar için en temel turizm hedefidir. Dahası, kimileri de kesilen ağaçların yerinde inşa edilen çok yıldızlı otelin giriş holü ve lobisinde dev saksılara ağaçlar dikerek, ne kadar “yeşil” ve “doğal dekorasyonlu” bir tesis olduklarını pazarlama broşürlerinde anlatabilirler…

 

Ancak yine de doğaya karşı bu duyarsızlığın temelinde sadece “kazanç beklentilerinin” yattığını söylemek, artık yeterli değil. Çünkü doğayı yok eden turizm yapılaşması, giderek daha çok “müşteri sıkıntısı” çekiyor. Sadece lobisini değil, koridorlarını bile saksılı bitkilerle donatsa, çevresi doğal zenginliğini yitirmişse, artık turist çekmiyor. Ya da “düşük ücretle” hizmet veriyor ve doğrusu bundan da hiç memnun kalınmıyor…

 

İşte “doğanın tahribatı” pahasına edinilen bu deneyim, gösteriyor ki aslında tüm sektörler arasında belki de en “çevreci” olması gereken sektör turizm. Hem doğal, hem de kültürel anlamda eğer çevre değeri yoksa orada turizm de yok demektir. Çünkü insanlar -iş amaçlı ya da kongre, sempozyum vb. geziler dışında- her zaman için yeni ve hiç görmedikleri doğal ve kültürel çevre içerisinde dinlenmek ve onları tanımak için “turist” oluyorlar. O halde rant amacıyla bu değerleri ortadan kaldıran bir turizm eyleminde bulunmak, aslında o rantı bile giderek “elde edilemez” kılıyor ve böylece sadece doğa değil, ekonomik kalkınma kaynakları da yitirilmiş oluyor…

 

Son yıllarda, işte bu nedenle doğayı koruyan yatırım anlayışına “sürdürülebilir kalkınma” deniyor. Kimileri bu deyimi bile yetersiz ve hatta riskli bularak “sürdürülebilir yaşam” diyorlar. Turizm alanında vefalı kardeşi kollayan ve gözeten bir yatırım politikası için belki de “sürdürülebilir insancıl turizm” demek uygun düşebilir. Ancak bunu hedeflerken, doğal ve kültürel çevrenin korunmasının sadece insancıl bir davranış değil, aynı zamanda temel ve evrensel bir “insan hakkı” olduğunu, turizmin de temelde insanlar arasında bir dostluk ve barış ortamı oluşturan sektör olarak bu “hakkın” en önde gelen savunucusu olması gerektiği, hep en başa ve büyük harflerde yazılmalı.

 

Türkiye’de 1980 sonrası turizm yatırımlarına yön veren politikalar, işte bu ilke ve hedeflerden uzak olduğu için doğa ve kültür değerlerimiz üzerinde giderilmesi olanaksız tahribatlar yaşadık.

 

Ormanları, doğal ve arkeolojik SİTleri, eşi bulunmaz fauna ve flora zenginliğine sahip alanlarımızı, korunması gerekli kıyılarımızı ve tarihsel dokularımızı “turizm gelirini patlatmak” adına tahrip edici dev yatırımlara tahsis ederek, kısa sürede bunalım içine düşen doğa düşmanı bir sektör oluşturduk. Bu vahşi politikada işlenen hemen her çevre suçunu ise 1982 tarihli Turizmi Teşvik Kanunu ile “yasal dayanak” içinde gerçekleştirdik.

 

Ormanları, SİTleri, parkları, hatta kentsel yeşil alanları “turizm merkezi” ilan ederek buralarda ayrıcalıklı imar hakları dağıtmalarına olanak veren yasal yetkileri sürdürülebilir turizmi destekleyecek şekilde düzenlemek gerekiyor. Yani kısaca, doğa ile turizm arasında sürekli düşmanlık çıkaran bu kötü niyetli politikaların kışkırtmasını ve etkisini, bu iki kardeşin arasından çekip çıkarmak, onları kendi temiz ve duyarlı kimlikleriyle baş başa bırakmak gerekiyor. Çünkü turizmin temelde kötü huylu ve kardeş düşmanı olması mümkün değil. İnsanlara güzeli, dostluğu ve başka kültürleri tanıtmayı, göstermeyi hedefleyen bir hizmet, nasıl kötü niyetli ve doğa düşmanı olabilir ki?

Yeşil Kalem

Daha yeşil ve güzel bir Dünya için yola çıkan Yeşil Aşkı, herkesi Dünya’ya zarar vermeden, çevre dostu ve sürdürülebilir bir yaşama davet ediyor. Bütün gayemiz; temiz bir çevre, yaşanabilir bir dünya ve yeşil gören gözlerdir. Yeşil görmeyen gözler, Renk zevkinden mahrumdur.

blank

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir